Güdük demokrasimizin tek meşruiyet kaynağı seçim. 70 senedir temsilî demokrasiden öteye gidemedik. Temsilî demokrasinin de ne hâlde olduğu mâlum. Barajıyla, tek turlu liste temelli seçim sistemiyle, karanlık parti finansmanıyla, partilerdeki lider sultasıyla tel tel dökülen bir siyasî pratik bu. Ve tabloda pek kimsenin aklından geçmeyen temel bir sorun daha var: Yerel temsiliyet yoksunluğu.
Yine de çokpartili sisteme geçtiğimiz 1946’dan bu yana adaylık kurumu çok değişti. Betondan ulus ve betondan ahlâkın kaleleri yıkıldıkça kimlikler beliriverdi. Kemikleşmiş gayridemokratik ve pederşahî usullere rağmen kimliksel temsiliyet epeyidir siyasette yerini aldı. Etnik kökene, cinsiyete, dine, mezhebe, engelliye duyarlı temsiliyet adaylık kurumuna dâhil artık. Alevî, Çerkes, engelli, Ermeni, Ezidî, kadın, Kürt, LGBTİ kimlikleriyle aday olan çok. Ancak yerellik hâlâ temsiliyetin kapsama alanında değil. Oysa yerellik genel seçimin de özü! 81 ile parti genel başkanlarınca serpiştirilen ve büyük bölümü seçilecekleri ilden bihaber adaylar kimi ve nereyi temsil eder acaba? Bu konuda bir tartışma var mı acaba?
Var olan tartışma, gayet normalmişçesine şu formüllerle cereyan ediyor: “seçim bölgesi kaydırıldı”, “üstü çizildi”, “aday gösterilmedi”, “aday yapıldı”. Bu edilgenliğe o kadar alışığız ki sorun kaydırılan adaya yapılan haksızlık, ya da üstü çizilen, aday yapılmayana yapılan haksızlıkla sınırlı. O adayların,seçildiklerinde temsil edecekleri vatandaşın, yörenin, yerelin hiçbir kıymeti, önemi, önceliği yok.Oysa aday olmakla aday yapılmak arasında demokrasi kadar fark var.
Böylece “yapılmış” vekillerin kendilerini var edene borçlu olmanın ve onun sözünden çıkmamanın (bu kapıkulluğuna parti disiplini denir) ötesinde bir varlık göstermeleri mümkün mü? Meclis’te seçim bölgelerinden gelen ricacı vatandaşların talep, şikâyet ve temennilerini üst kademeye iletmekten ve el kaldırıp el indirmekten başka bir faaliyetleri olabilir mi?
Osmanlı dönemindeki Meclis-i Mebusanlar bu anlamda Cumhuriyet dönemi meclislerinden çok daha fazla yereli temsil ederler. Hele ilk Meclis-i Mebusan siyasî parti olmadığından külliyen yerel yöneticilerden seçilmiştir. İttihat Terakki ve diğer partiler hızla sisteme hâkim olsalar da Osmanlıda ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bir vekil misâlen “İzmir Mebusu” olarak anılır, bugün olduğu gibi bilmemne partisinin vekili olarak değil. Bugünün Türkiyesinin vekilleri seçildikleri yerlere değil, partilerine aittirler. Partilerinin dışında hiçbir meşruiyetleri yoktur. Türkiye’nin güdük temsilî demokrasisinin yegâne aktörleri had safhada merkeziyetçi siyasî partilerdir, yerelden gelen vekilleri vasıtasıyla temsil etmek durumunda oldukları toplum değil.
Memleketin vekilleri çoktandır yerel aidiyetlerle anılmıyor, Kürdistanlıların dışında. Bu âdet o kadar kanıksanmıştır ki genel seçimde oyunuzu atarken adaya değil, partiye oy atarsınız. Yerellik konusunda doğal olarak en hassas olan ve bugüne kadar yerel temsiliyetin içini nisbeten doldurmuş olan Kürt Siyasî Hareketi’nin dahi artık Türkiyelileşmeyle merkeziyetçi âdetlere teveccüh gösterdiğine şahidiz.
Keşke Selahattin Demirtaş’ın şu temennisi adaylık kurumuna yansımış olsaydı: “Biri tek başıma yöneteceğim diyor, diğeri ise bu ülke yerellerden yönetilecek…” Bu aşamaya gelebilmemiz için daha çok var sanki.
Yerellikten yoksun temsiliyet Türkiye’nin zaten çok güçlü olan merkeziyetçi siyaset ve idare âdetlerine uygun ve onları pekiştirir mahiyettedir. Bu konuda düşünülmedikçe, reforma gidilmedikçe ne merkezi dengeleyici ve denetleyici demokratik siyaset ne de vatandaşı ve yereli dikkate alan iyi yönetime vasıl olabiliriz.
Bu yazı ilk olarak Taraf’ta yayınlandı. Yazarın izniyle burada da yayınlanıyor.
Discover more from Erkan's Field Diary
Subscribe to get the latest posts sent to your email.