UĞUR MUMCU NE ZAMAN ÖLDÜ?
Babasını küçük yaşta kaybetmiş bir çocuğun dedesi, evladını kaybettiği günün ertesinde bütün malını mülkünü bu çocuğun üzerine tapulamış. Evlat acısı, içine işler insanın, öyle derler. O acının yoğunluğu içinde bir dedenin küçük torununu düşünmüş olması ne hazin, ne ağır bir gerçek. Dünya denilen gölgelikte kendisinden daha uzun kalmasını umduğu, ölümün sırasızca elinden aldığı evladının evladına sıralı ölüm dilemektedir o tapuyla. Baba kaybetmek arkandaki dağı kaybetmektir çünkü. İster ki, torunu ona dayasın sırtını.
Bir Pazar sabahı Ankara kar altındayken, arabasını ısıtmak için, -belki de aldığı tehditler nedeniyle bilinçli bir şekilde- ailesinden önce kendisi arabaya binerek zalimlerin pususunda yiten bir evladın 22. ölüm yıldönümünde bayraklar indi yarıya. Yurdunu seven, ayağını bu toprağa basan o yiğit evlat için değil, Arap Kralının vefatına milletçe duyduğumuz hüzünden. Yitirilen bir babanın ardından, evlatlarına verilen sözlerin hiçbiri yerine getirilememişken, onların ve dahi onlardan sonrakilerin gelecekleri garanti altına alınmamışken, başkası gönderden indirmeye kalktığında şaha kalkılan bayrak yarıya indi. Bir büyük kalabalık toplandı o yiten evladın evinin önünde. Ağıtlar yakıldı, karanfiller bırakıldı. Bazıları genel başkanlarına görünmek için birbirini ezdi. Seçimler kapıdaydı. Parti fotoğrafçısına “bizi de çek” diye seslenildi ağıtlar fondayken. Anıta bırakmak için getirilen karanfiller kulaklara takıldı, selfieler çekildi. Soma’da selfie çeken Abdulkadir Selfi’nin kulakları çınlatıldı. “Ahmet de buradan geçti” peşindeydi yurdum solcusunun bir bölümü. Etkinlik solculuğu hortlamaya başlamıştı yeniden. Arap Kralının vefatına halkımız belki de bu nedenle çok üzülmüştü.
1993 yılında ben çoktan yitirmiştim arkamdaki dağı. Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü duyduğumda her gün alınan ve dedem tarafından son satırına kadar okunan gazetede gördüğüm tanıdık bir isimdi benim için sadece. “Çocukları daha çok küçükmüş” demişti annem iç geçirerek. Taziye evlerindeki o bakışları ve herkes gittikten sonra havada asılı kalan o yoğun acıyı anımsamıştım. “Çocukları çok küçükmüş”. Her sene yeniden ve yeniden hatırlamak, oğlu Özgür Mumcu’nun dediği gibi, babasının cenazesini her sene yeniden kaldırmaktı evladına düşen. Katilleri, azmettiricileri bulunamamış, hesabı sorulamamış bir cinayetin işlendiği yerde her 24 Ocak’ta yeniden öldürmeye geliyorlar Uğur Mumcu’yu. Severek öldürüyorlar onu. Uğur Mumcu her “bizi de çek!” seslenişinde bir kez daha ölüyor. Teşhircilik kanımıza işliyor. Acıyı içselleştiremediğinden, acı çekmeyi unuttuğundan bir kitle, kahredemediğinden yaratamıyor. Bir acıklı filmi izlemeye giderken ellerine süslü mendiller alan hanım teyzelere dönüşüyoruz. Bayraklar evlatlarımız için değil, zalimler için indiriliyor yarıya. Kendi yasımızı tutmayı bilmedikçe, başkalarının yası gelip oturuyor bayrak direklerine.
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kan oldukça, bayramları bayram yapan çocuk gülüşleri olmayacak. Her 24 Ocak’ta yeniden vurulduk ey halkım, unutma bizi!
Discover more from Erkan's Field Diary
Subscribe to get the latest posts sent to your email.