Bu yazı ilk olarak burada yayınlandı. Yazarın izniyle burada da yayınlanıyor. Haluk Şahin Bey bundan sonra yazılarını Erkan's Field Diary ile de paylaşacak… E.S.
“Güncelliği istibdadı” terimini ilk olarak 23 Haziran 2011 tarihinde TV 8’de Gökmen Karadağ’ın yönettiği 8. Gün programında kullandım. İki yıldır “sürekli katılımcı”sı olduğum bu programı ve 37 yıldır aralıklarla da olsa sürdürdüğüm televizyon gazeteciliğini niçin bırakmaya karar verdiğimi açıklamaya çalışırken dudaklarımdan dökülüverdi bu sözcükler:
“Güncelliğin istibdadından kurtulmak istiyorum!”
Gökmen’in, diğer sürekli katılımcı Nazlı Ilıcak’ın ve konukların sorularını yanıtlarken kısmen açabildim ilk kez kullandığımm bu kavramı: Aşırı rekabete dayanan televizyon haberciliği dünyasında gittikçe daha da hızlanan ve amansızlaşan güncellik kovalamacasından sıkılmıştım. “Son dakika” haberden “son dakika” habere yaşanan bu nefes nefese yarış (sürükleniş) beni yormuştu. Gündem köleliğinden şikayetçiydim. Ayrıca, hem yazarı, hem kahramanı, hem de kötü adamı olduğum hayat romanımda yeni bir bölüme geçmemin vaktinin geldiğine inanıyordum. Oturdukları koltuğa yapışan, bir türlü kalkamayan politikacılar ya da medyacılar gibi olmak istemiyordum.
Sanırım medya dünyamızda pek duyulmayan şeyler söylediğimden, o ilk dakikalar çok ikna edici olabildiğimi sanmıyorum. Son zamanlarda diğer televizyonlarda yaşananlara, iptal edilen programlara ve işten çıkartılan gazetecilere bakarak, “Yoksa siyasi baskı mı var?” sorusunu sordular. “Hayır,” dedim, “Bu tamamen kendi kararım. Artık güncelliğin istibdadından kurtulup tarihin, edebiyatın, felsefenin geniş ovalarında nefes almak istiyorum.”
“Güncelliğin istibdadını” daha sonra Ayşenur Aslan’ın CNNTürk’teki Medya Mahallesi programında ve başka yerlerde de anlatmaya çalıştım. Bu terimin çok çarpıcı olduğunu ama daha iyi anlamak istediklerini söyleyenler oldu. Bu arada “istibdad” kelimesinin anlamını bilmeyen gençlerle de karşılaştım.
Bu yazı, sorulanlara verdiğim yanıtların birinci parçasıdır:
HABER DÖNGÜSÜ HIZLANIRKEN
Gazeteciliğe Giriş derslerinde haberi haber yapan öğeler ya da değerler arasında “güncellik” önlerde gelir. Bir olayı ya da olguyu haber yapan özelliklerden birisi de yakın bir tarihte gerçekleşmiş olmasıdır. Geçmişin olayları Tarih’in çalışma alanına girer, meğer ki yeni keşfedilmiş olsunlar. Haber (İngilizce adı olan “news”) adı üstünde “yeni” ve “taze”dir. Anglosaksonların kullandığı “dünkü gazete kadar bayat” deyimi haberde “yeni”nin çok hızlı eskidiğini ima eder. Kitle iletişimi döneminde haberin ömrü kısadır.
Ne kadar kısa? Bu deyimin yaygınlaştığı dönemde gazetenin ömrü 24 saat idi. Haber günlük döngülerle ilerlerdi. Gazeteleri dün olupbitenleri öğrenmek için okurduk, bugün olmakta olanlar ise yarınki gazetenin malzemesi olarak bize ulaşırdı. Ne var ki, radyonun ve televizyonun haber mecraları olarak kullanılmaya başlamasıyla denklem bozuldu, haber döngüsü gittikçe kısalmaya başladı. Bir hazırlık sürecinden sonra kağıt üzerine basılıp fiziksel olarak okuyucuya ulaştırılan gazete yeni rekabet koşullarında dezavantajlı duruma düştü. İnternetin de devreye girmesiyle haber döngüsü dakikalarla ölçülür hale geldi. Sosyal medyalar ise ansal haber vermeyi mümkün kıldı.
Gazeteyi bir haber mecrası olarak can çekişir hale getiren teknolojik arka plan işte budur.
GÜNDE 24 SAAT HABER
Televizyon haberciliğine bakacak olursak… 20. Yüzyılın sonlarına kadar merkez medyaya mensup televizyon istasyonları, çok ender canlı yayın istisnaları dışında, haber bültenlerini günün yalnızca belirli saatlerinde verirlerdi. Ancak yalnızca haber veren ve günde 24 saat yayın yapan haber kanallarının çıkışıyla bültenler tüm güne yayıldı. Pek çoğunda ana başlıklar her yarım saatte bir tekrar ediliyordu. Gün boyu olaylara bir çok kez canlı bağlantı yapılıyordu. Adeta, hayat naklen yayınlanmaya başlamıştı.
Haberde “başarı”nın izleyici ölçümleri ya da reytinglerle ölçüldüğü kızgın rekabet ortamında, habere erken girmek (Son Dakika!), haberin satışını yapmak (Flaş Haber), haberi özelleştirmek (Özel röportaj!) önem kazanınca, habercilik “son dakika”dan “son dakika”ya bir koşuşturmaya dönüştü. Haber kanalları “gündem kulvarı”nda bir yandan rakiplerini geride bırakırlarken bir yandan da kendi rekorlarını kırmaya çalışıyorlardı. Artık dizginler habercinin değil, gündemin ya da gündemi kontrol edenlerin elindeydi. Tartışma programları da en son olayları sıcağı sıcağına ele alarak, mümkünse dramatize ve sansasyonalize ederek, demokrasilerin çok ihtiyaç duyduğu serinkanlı analizden uzaklaşıyor, tartışmacılar şipşak fotoğrafçılar gibi her an “anında yorum” sunan “allameicihan”lığa soyunuyorlardı.
Bu abartılı güncellik takıntısı haberin diğer öğelerini (önem, doğruluk, etki, bağlam gibi) ikinci plana attı. En son gelişmeyi bilen ama işin aslını anlayamayan, her an yeni bir “bomba” haber bekleyen, kafası karışık, gergin ve tedirgin müptelalardan oluşan bir haber izleyicisi kitlesi oluştu. Bültenle izleyicisi arasında sürekli birbirini tahrik eden bir kısır döngü kuruldu. İzleyici, sürekli bomba haber bekliyor, televizyon haber merkezleri gerekirse bombaları kendisi imal ediyordu.
Kuşkusuz bu yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değildi. Ancak 15 kadar haber kanalının (ki, dünya rekoru olabilir) yayın yaptığı Türkiye’de bu aşırı güncellik takıntısı ve onun ürettiği sansasyonalist haber jargonu merkez medyaya da yayıldı, hatta en aşırı örneklerini orada sergiledi. Güncelliğin istibdadı altına girmiş olan televizyon haberciliğinde gazeteci, nerede çalışırsa çalışsın, gündem tutsağı kölelerle birlikte koşmaya çalışan bir çeşit gardiyana dönüşmüştü. Gündem despotizminin bir yeniden üreticisi olduğu kadar, bir kurbanı olarak görülebilirdi.
Yıllardır televizyon haberciliği de yapan , iki yıldır haftada dört kez haber yorumu yapan, en az bir kez bir güncel tartışma programına çıkan, birkaç kez de orada burada canlı programlara katılan ya da bağlantı yapan biri olarak ben de öyle hissetmeye başlamıştım.
Discover more from Erkan's Field Diary
Subscribe to get the latest posts sent to your email.