Cengiz Aktar: “17 Nisan ve sonrası”

17 Nisan ve sonrası
İki gün kaldı. Türkiye halkı faşist rejime geçişi oylayacak. Kabul ya da ret çıktığında çok farklı bir 17 Nisan’a uyanılacağı konusunda hayır cephesinde güçlü bir kanaat var. Evet cephesinde böyle bir telaş yok.
Evet cephesi sonuç ne olacaksa olsun özgüvenli. Evet çıkması için iktidarın her şeyi yapmaya hazır olduğunu bildiği gibi hayır çıktığı takdirde iktidarın kaybedilmeyeceğini, reisin başta kalmaya devam edeceğini, erken seçim olmayacağını, başkanlığın gündemde kalacağını, hayır cephesinin “birleşik bir cephe” olmadığını, en kötü olasılıkla 7 Haziran 2015 sonrasında yaşananın bir benzerinin tekrarlanacağını da biliyor.
Hayır cephesi umutlu, kitle iletişim araçları ve özellikle sosyal medyada hiciv, sanat, resim, şarkı, dans, video aklınıza ne gelirse, pırıltılı, akıl ve mantık dolu bir kampanya sürdürüyor. Kamuoyu yoklamaları hayırın önde olduğunu müjdeliyor devamlı. Hayırcılar birbirlerini teşvik ediyor, iyi de ediyorlar. Ne var ki ihtimallerin tümünü değerlendirmek, iktidarın manevra, oyun ve hile kabiliyetini küçümsememek gerekiyor. Hayırcıların sosyal medyada ve iletişimde üstün olduklarını, aksine evetçilerin akıllı telefon bağımlısı olmadıklarını unutmamak gerekiyor. Hâsılı, olası bir olumsuz sonuca hazırlıklı olmak gerektiği gibi memleketin dünü, bugünü ve yarınını 16 Nisan 2017 günü çıkacak hayır sonucuna indirgeme kolaycılığına da düşmemek gerekiyor.
Hayırdan başka bir oy kullanılabileceğini düşünemiyorum. Arşive girdim; konuyla ilgili ilk yazıyı (Başkanlık sistemi: Mutlak iktidar) Vatan’da 23 Nisan 2010’da yazmışım. Zira muhterem konuyu ilk kez o gün, üstelik Cumhuriyet döneminde parlamenter sistemin kurulduğu gün açık etti.
Külliyen tek bir kişinin bekası için düşünülmüş, herhangi bir anayasal metinle alakası olmayan, müellifleri saray şürekâsından müteşekkil, faşizmin meşrulaşmasına, “anayasallaşmasına” cevaz veren bu dayatma reddedilmeli. Ama evet verecek yekpare çoğunluğun da memleket için uygun gördüğü idare şeklini, onların gerekçelerini, marazî ruh ve şuur hallerini, faşizm arzularını görmezden gelmenin de çok tehlikeli bir yanılgı olacağını düşünüyorum.
Hayır çıktığında halktaki faşizm arzusunun buharlaşmayacağını bilmek, diğer yanda vaadedilen mutlu yarınları, demokrasiyi, siyasî olanak ve fırsatları iyice değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Ve esas, Türkiye’nin sahte demokrasisinin bir “hayır” ile hayat bulacağı umudunun “neden ve nasıl bu raddeye geldik” sorusunu fena halde atladığını düşünüyorum.
Şimdilik üç takım soruyla yetinelim.
En başta, evet cephesinin olabildiğince yekpare, hayır cephesinin de olabildiğince parçalı olduğunu bilince hayırdan yeni bir siyasî dinamik nasıl çıkar, bu belli değil? Kısmen AKP, CHP, HDP, kısmen MHP, parlamentodışı partiler seçmenleri ve partisiz muhalefetin hayır oylarının herhangi bir siyasi projeye önayak olmaları mümkün mü? Evet cenahında %50, diğer cenahta elmalar ve armutlardan oluşan rakamlar yok mu? Bu hayır oyları AKP ve Erdoğan karşıtlığından başka hangi kapıya çıkabilir? Sorunlarımızın anası Kürd sorunu konusunda asgari müşterekten epey uzak bir hayır cephesi yok mu? Kulağa pek hoş gelen “farklılıklarımızla birlikte yaşama” şiarının, mesele Kürdler olunca oluru var mı? Rüya görmeyelim, verilecek hayır oyu Kürd sorununun barışçıl çözümüne birlikte evet demek değil. Devletle özdeşleşmiş, bu konuda AKP’den farkı olmayan millet-i hâkime partileri CHP-MHP ve seçmenleriyle bu sorunu çözmek mümkün değil.

Kürd sorununda olduğu gibi, çökmüş devlet kurumlarının istikbali, laiklik, Alevilik, kadın-erkek eşitliği, eşit vatandaşlık, anayasal vatandaşlık, eril siyaset, demokraside ordunun konumu, şiddetperverlik, şeffaflık, hesapverebilirlik, cezasızlık, merkeziyetçilik, eğitim sistemi, doğa hakları, kalkınmacı tek düşünce esareti, müflis dışpolitika ve daha dünya kadar sorun karşısındaki dünya kadar zıt ve uzlaşma ihtimali olmayan siyasi duruş eklenebilir. Hayırcı kitle içinde bu sorunların hiçbiri için anlamlı bir muhalif siyaset üretebilecek kıratta asgari müştereklerden bahsetmek mümkün değil.

Keza referandum sonrasında sonuç ne olursa olsun çatışma olasılığından bahsedenler, tarafların 50-50 eşit öbeklerden oluştuğunu söylüyor epeydir. Öyle mi hakikatte? AKP ve seçmeni karşısındaki parçalı hayır cephesi maazallah saldırıya uğradığında birlikte mi hareket edecek ve kendini savunacak sanılıyor? Bunun böyle olmayacağını bilmek için Kürd illerine yaşatılan daha dumanı tüten yıkım ve katliama “verilmeyen” ortak tepki kâfi değil mi?

Keza hayır sonucu çıktığında fiilî durumdan hukukî duruma geçilmeyeceğini varsayarak iktidarın her istediğini artık yapamayacağını farzetmek, bugün topluma dayatılan ama halkın hatırı sayılır bir bölümü tarafından da kabul gören tüm fiilî hukukdışı uygulamalarla neden bugünden siyaset, seçim ve adaletle başedilemediği sorusunu beraberinde getirmiyor mu? Bugünkü hukukdışı fiilî durum, siyaset, seçim ve adalet yoluyla değiştirilemiyorsa hayır çıktıktan sonra devam edecek fiiliyatı değiştirmek nasıl mümkün olacak? 7 Haziran’daki hayırın sonrası 16 Nisan’daki hayırın sonrasının bir nevi provası niteliğinde değil miydi?

Çünkü memleketin maruz kaldığı hukukdışılık hâli tesadüfî değil, bilinçli şekilde dayatılan ama aynı zamanda AKP kitlesinde kabul gören, arzu edilen bir hukukdışılıktır. Bu olguyla seçim, siyaset ve adalet yoluyla başetmek hiç kolay değildir.
Dolayısıyla güncel sorunsalın ardında tarihin derinliklerinde bekleyen, memleketteki biat ve kudretliye kültürü tapınma, kadercilik, tepkisizlik, muhalefetsizlik, hiddet ve şiddeti kuşatan devasa bir sorunsal var. Bu devasa sorunsalın kaynağında ise Gazali geleneğinden süzülen bugün selefîleşip tıkanmış Sünnî İslâm, tepeden inmiş Batılılaştırma projesi, güçlü merkezî devlet/güdük birey geleneği, cezasız kalan soykırımın yol açtığı asırlık ahlakî çürüme, bilâhare diğer unsurlara yaşatılan mezalim, yerel Gayrimüslim burjuvazinin soykırım ve mübadele ile yok edilmesi, bunun karşılığında kapıkulu burjuvazinin var edilmesi gibi üzerinde hiç ama hiç durulmayan “genetik kusurlar” var.
15 Temmuz’dan 10 gün önce şunları yazmışım, carîdir.
“Toplumların muhalefet üretme ve muhalefet etme becerileri demokratik birikimi sağlayacak ve daima birbirlerini besleyen iç ve dış dinamikler kadardır. Türkiye gerçeğinde bu dinamikler, bırakın demokratik muhalefeti salt muhalefet üretmek için dahî son derece yetersiz.
İç dinamiğin oluşamamasının temel nedeni devletten bağımsız bir burjuvazinin ve genelde merkezdışı güçlerin yok edilmiş olması değil midir? 19. yüzyıl başından itibaren devlet ya da merkez, zaman içerisinde kaybettiği gücünü yeniden tesis edebilmek için ilk önce merkezkaç güçleri yok etmeye girişir. Ulusal hareketler, ayan, burjuvazi, hâsılı kelâm devlet dışında güçlenebilen her mihrak devletin ya da merkezin hedefindedir.
Merkezin işleri ele almasının sonuçları farklıdır. Ulusal hareketler çoğunlukla bağımsızlık yani kopuşla sonlanırlar. Ayan yok edilir. Ağırlıklı olarak Gayrimüslim olan burjuvazi de Ermeni Soykırımı ve Rumların kovulmasıyla vatanından silinip atılır. (Hıristiyan burjuvazinin yok edilmesi ile vuk’u bulan medeniyet kaybı, bugünkü çölleşmeyi “Hıristiyanlık-Demokrasi ilişkisi” bağlamında önümüze koyar; ancak bu konuda Türkiye’de derinlemesine bir çalışma duymadım.)
Devlet veya merkez böylece, kendi dışında hiçbir mihrakın maddî ve manevî gücüne cevaz vermeyeceğini, iktidarını paylaşmayacağını, yönetime çeperi dâhil etmeyeceğini, merkez-çeper ilişkisinin daima tek yönlü olacağını ve toplumun ancak devlet eliyle ve devletin çizdiği sınırlar dâhilinde var olabileceğini demir yumruğuyla hatırlatır. Hatırlayalım: Yok edilen ayanın ve Gayrimüslimlerin mal varlıklarına ağırlıklı olarak devlet el koyar. Yok edilen burjuvazinin yerine de “kapıkulu” ve tamamen devlet sayesinde var olan millî ve yerli burjuvazi ikame edilir.
Böylesine tek odaklı bir sistemde toplum ve birey devlete aittir. Merkez ile merkez dışında kalan arasında herhangi bir etkileşim, istişare, denge, denetleme, danışma, oydaşma düşünülemez. Her toplumda var olan doğal çelişkiler, çeperden yükselen itirazlar önce yok sayılırlar, çatışmaya dönüştüklerinde de yok edilirler.
İster Cumhuriyeti hazırlayan dönem olsun, ister 1923 sonrasında modernlik zemininde gelişen uluslaştırma ve toplumlaştırma süreçleri olsun Türkiye’de devlet, her modern devletin yaptığı gibi farklılıkları eşitleme işlevini yerine getirirken, ne sorumluluk duygusu taşıyan bireyi ne de dayanışmacı bir birlikteliğin ifadesi olan toplumu, tarihî gelenek ve birikimine gayet sadık bir biçimde ortaya çıkarabilmiştir. Daha doğrusu, çıkarmamaya özellikle gayret göstermiştir. “Geri bıraktırılmışlık” olarak da ifade edilen bu olgu iç dinamiğin kavruk hâlini anlatır bize. Devlet karşısında bir türlü kudretlenemeyen, serpildiği anda budanan toplumun korkuyla beslenen, büyüyen tepkisizliğini ve vurdumduymazlığını da… (…)
Türkiye, bugün itirazdan ziyade biat üreten kavruk iç dinamiği ve canının malının sahibi olan ‘sevgili’ devletiyle başbaşa. Öyle görünüyor ki önce faşizmini şöyle dibine kadar yaşayacak, sonra belki bir gün, başına çok büyük bir felâket gelmezse, kendisiyle yüzleşip, nedamet getirip rüştünü ispat edecek.  Daha çok var…”


Discover more from Erkan's Field Diary

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.