Ayşe Özer: Saat Kaç?

kol saati heykeli

SAAT KAÇ?

Zaman her şeyin ilacı olsaydı, eczanelerde yalnızca o satılırdı. SGK muhakkak öderdi bedelini bu ilacın, velakin kendi ilaç geri ödeme politikası ve yönetmek zorunda olduğu kıt kaynaklar çerçevesinde muadilini, benzerini öderdi. Vatandaşa fark çıkarırdı yine kimsesizlerin kimsesi olan devlet. Olsun, ne de olsa zaman her şeyin ilacıydı. Bu da geçerdi.

O her şeyin ilacı olan zaman üzerimizden aşmaktaydı oysa. “Neden boş bir bardağa yüksünmeden boynun eğer bir sürahi?” diye soran büyük şair bir otelde karanlıklar aydınlığa kavuşsun diye yanarken yetişmeyen, yetiştirilmeyen itfaiyenin geç kaldığı dakikalardı zaman. “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusunu soran ozanın sorusuna yanıtını bulamadan gencecik yaşta uğruna yitip gittiği o büyük dava zaman aşımına uğrar mıydı? Nelerin üzerinden aşmıyordu ki zaman, hakkımızda hayırlısı olsundu. Öyle derdi muktedir, zamanın büyük sahibi.

4+4+4 sistemi ile çocuk yaşta sınavlarda ter döken minik alınlar büyüyünce emeklilikte yaşa takılanlar saflarındaki yerlerini almak için nasıl da koşuşturuyorlardı. İstikballeri çok parlaktı bu yeni kuşağın. Zamanın sahibi 3 saatlik sınavlarda önlerine iki seçenek koyuyordu. Ya istikbal, ya imam hatip lisesi.

Yüzündeki kırışıklıklar, dökülüp yiten saçları söylüyordu aynada, dünyada ondan güzellerinin de olduğunu. Aynaya bakmaya zamanı yoktu velakin. Sanayide çalışan 15 yaşındaki çırağın mesainin bitmesini bekleyen bakışlarını, devletin ss timinin seçme sınavlarında bütün hayatını 3 saate sığdırmaya çalışan evladın dramını, mevcut belediye başkanına oy vermediği için her akşam iş çıkışında saatlerce Ege Mahallesi otobüsü bekleyen yolcunun bekleyişini, maden ocağında çalışan işçinin vardiyasının bitmesini bekleyen ve her yukarı çıkışta geçmiş olsunla karşılanan bakışlarını, ayda bir torba kömürü hak edebilmek için bir ay daha çalışması gerektiğinden gittiği son vardiyasında yiten işçinin işinin kahrolası “fıtratını”, rızkını arayan, çöp kamyonu gelmeden nevalesini toplamaya çalışan adamın taze ekmeğe hasretini, bir önceki günün ekmeğinden almak için sabahın seherinde fırının önünde sıra bekleyen kadını, dershanede ömrünü çürüten öğrenciyi, onu dershaneye gönderebilmek için ömrünü ev temizleyerek geçiren annesini, babasının ölümünden sonra doğmuş bir bebeğin kendisini bekleyen travmanın farkında olmadan gülümsemesini, 6 ay sonrasına ultrason randevusu verilmiş kanser şüphesi olan bir hastanın endişesini, gün aşırı nöbet tutan hekim ve hemşirenin uykuya hasretini, onlara hastasını emanet eden hasta yakınının çaresizliğini görmeye vakti yoktu. Bu büyük insanlık için zaman neydi ki? Neye vermeliydi bir insan ömrünü?

Şehrin en merkezi yerinde bulunan bir kavşakta bir kol saati heykeli vardı. Senin zamanının, ömrünün, geleceğinin sahibi benim, sen benimsin dercesine, bir küfür gibi orada duruyordu işte. Bizden sonrakilere bırakacağımız bir anıttı, bir utanç anıtıydı. Benden duymuş olmayın, damping yapmış saat firması, son bir tane kalmış ellerinde, hadi bakalım %45 pamuk eller cebe. Hayal kurmaktaydı o sırada evlerinde zorla tutulanların bazıları: “Piyangodan 700000 lira çıksa akrabayı taallukatın borçlarını kapatır, mahalledeki fakir fukaraya yardım eder, ilacını alamayan kanser hastalarına ilaç alır, kalan parayla da kendime bir iş kurarım”. Cevap verdi aynı bekar odasını paylaştığı amele arkadaşı: “Yok, yok o kadar para çıkmasın abi, o para bizi bozar. Yat abi yat sabah erken kalkacağız”. Bizi vakitten kim kurtaracaktı? “İleridedir yaşanacak günlerin en güzelleri”, “güzel günler göreceğiz çocuklar” umutlu birer yakarış oluyordu zaman içinde. Bize hep gelecek dayatılırken, şimdiye sahip çıkmaya vakti yoktu kimselerin. Bozuk bir saatti yüreğimiz, günde bir kez doğruyu gösterip, aşk üzerine, sevda lafzında bir iki kelam etmeye bile vaktimiz yoktu. Foto Ömer’e yeni bir saat gelmişti, gider fotoğraf çektirir mutlu olur muyduk?

Yanı başımızda yanan ateşe ellerinde körükle gitti sonra zamana sahip olanlar, her şey seçim sonrasına bırakıldı. Rehineler seçimden bir kaç gün önce bırakılsındı ki, seçime o gazla gitsindi seçmen. Seçmen, gazla çalışan bir aygıttı. Ateşkes çağrısına yanıt verilmesindi, dengeler adına, o arada plajda ölen Filistinli çocuklar için moderatörden zaman istenir, van minüt denirdi ne de olsa. Seçmen severdi böyle zamanlı mekanlı çıkışları. “Sayın Perez, benden yaşlısın” cümlesi bir zaman meselesi barındırıyordu bünyesinde. Seçmen, zamanın farkında mıydı?

Gazze’de çocuklar yiterken, tam da o sırada paralel evrende “nasibinizi bulunca seçici olmayın” denilmekteydi genç kızlara. “Yoksa gülistandan eliniz boş çıkarsınız maazallah” diye de eklenmekteydi. Gülistanın goncaları bir bir yiterken, biyolojik saatinin zembereğini koparası gelmekteydi kadının. “Konuşma çocuklar ölüyor!” demenin zamanı gelemiyordu bir türlü, hep maişet telaşından.

Eskiden kendisine “saat kaç?” diye sorulan işten atılıyordu. Son günlerde “saat kaç?” diye soran işten atıldığına göre bir şeyler değişmiş, devran dönmüş olabilirdi. Zamanın sahibi varsa, sabahın da bir sahibi vardı elbette. Hala bir umut bekliyorduk sol yanımızdan, velakin onlar turşunun sirkeyle mi limonla mı daha iyi olacağını tartışıyorlardı. İstanbul beklemekten yorgun düştü, saat kaç oldu, nerde kaldınız?

 

 

 


Discover more from Erkan's Field Diary

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.