Bir zamanlar…
Sokağın köşesini döndüğünde, evlerde pişen yemeğin ağır yağ kokusu çarpardı insanın yüzüne ilk. Evlerin, birbirinin sırtına binip nefes almaya çalıştığı, dar, günün her vakti karanlık bir sokaktan gidilirdi evimize. Sarı, yer yer boyası dökülmüş, kirli duvarlar hatırlıyorum.Eski , paslanmış bir apartman kapısı. Nem kokan merdiven boşluğu. Mozaikten, yamru yumru merdivenler.
Her yerde, her şeyde bir eskilik vardı o zamanlar. Annemlerin, her sonbaharda Sümerbank?tan alıp da üstümüze giydirdiği kıyafetler, aynanın karşısına geçtiğimizde, eski püskü paçavralar gibi dururlardı. Şarlo?nun ayakkabılarına benzer pabuçlar satılırdı Sümerbank?ta. Belki de uzun süre giyelim diye bir kaç numara büyük alındıkları içindir. Ama, filmlerdekilerin, kitaplardakilerin aksine, hiç bir ayakkabıma gece sarılıp uyuyacak kadar yakınlık duyduğumu hatırlamıyorum.
?Şeker Portakalı? gibiydi hayatımız. En mutlu günümüze bile hüzün eşlik ederdi. Gözümüzün önü buğulu, renklerimiz mattı. Travmadan travmaya koşarken çevremizi, dünyayı algılama yetimiz temelden sakatlanmıştı. Bir sabah uyanıp camınızdan içeri doğru uzanan tank namlusunun derin, karanlık boşluğuna bakarken bulurdunuz kendinizi. Darbe olurdu. Darbeden önce ve darbeden sonra insanlar ölürdü. Televizyonlarda, her kalibre ve ebatta silah ve mermilerin masa üzerlerine yayılarak bir nevi bienal usulü sanat eserleri olarak sergilendiği haber bültenleri dinlerdik akşam olup da yayın başladığında. Koca pabuçlarınızı pat pat yere vurarak yürüdüğünüz okul yolunda silahlar patlar, insanlar dövülürdü. Size de arkadaşlarınızla evlerin duvarlarındaki mermi deliklerini sayarak oyun oynamak kalırdı. Hastaneler hep soğuk, doktorlar da hep eksik olurdu. İnsanlar durduk yerde hasta olmasalar iyi olurdu. Elektrikler bir gider bir gelir, elektrik aletleri bozulmasın diye kullanılan regülatörlerden insanın içine sızlatan inlemeler duyulurdu. Akşam olduğunda kandiller, mumlar yakılır, sobanın deliğinden tavana vuran ışığı görülürdü ateşin. Hüzün, duvarlarda oynaşan gölgelerin arasından yüzünü gösterirdi o akşamlarda.
O kadar renksizdik ki, televizyon da gazeteler de renksizdi. Pardon! Lüküs olanların ilk sayfası ve spor sayfası renkli olur, biz çocuklar da sadece oralarını okurduk. Düşünüyorum: o günlerden aklımda kalan denizin ve gökyüzünün mavisi, dalgaların köpüğündeki beyaz, yamaçtaki zeytin ağaçlarının yeşili. Denize, gökyüzüne ve doğaya ait olmayan her şey aynı renk; apartmanın duvarının kirli sarısı, okulun duvarının kirli sarısı, Tekel binasının kirli sarısı, vilayetin kirli sarısı…
Sokağın köşesini döndüğümüzde, babamın elinden kurtulup sokakta oynayan arkadaşlarımın yanına koşardım. Çocukların sesleriyle her zaman şenlikli olurdu sokak. Kadınlar camdan cama sohbet ederler, ev oturmaları için söz keserlerdi.
Okuldan çıkıp kütüphanenin arkasındaki küçük kumsala koşardık. Kayaların üzerine tüner, kırıp denize attığımız midyelere üşüşen balıkları seyrederdik. Deniz kokusu, toprak kokusu, ağaç kokusu olurdu her yanda. Dışı gene kirli sarı renkte olsa da içinde binbir çeşit çocuk kitabının olduğu kütüphaneye girerdik sonra. Uslu çocuk olurduk. Bir yandan camdan denizi izleyip biraz sonra zıplayacak yunusu ilk gören olmaya çalışırken bir yandan da önümüzdeki kitaplara vermeye çalışırdık dikkatimizi. Ah derdik, bir yaz gelse; yaz gelse de denize girsek.
Tekel?in bahçesinden mandalina çalardık. Tahta parçalarına tutturduğumuz demir parçalarıyla arabalar yapar, yarışırdık. Ucuna midye parçaları takıp denize sallandırdığımız derme çatma oltalarımıza bir balık takılmaya görsün; hemen boklu kebap yapma planları yapardık. Şovalye olurduk, dük olurduk, şehrin surlarını savunan kahraman askerler olurduk. Cesaretimizi toplayıp limanda sonlanan kale surlarının üzerine çıkar, küçücük kalan şehre, iskeleye, limana, balıkçı teknelerine bakardık.
Televizyonda Tarzan?ı izlediğimizde küçük şehrimizin Tarzan?ıyla karşılaştırırdık. Bizimki daha Tarzan derdik. Peşine takılır ?Ada? diye adlandırılan çorak tepenin yukarılarına doğru yeşillikler içerisinde yürürdük. Amerikan radarının altıgen binalarına bir uzay üssünü izler gibi hayranlıkla bakardık zirveye ulaştığımızda. Karşı kıyı ne kadar uzak diye düşünür, koca dalgaları aşacak sal yapma hayalleri kurardık.
Televizyonda çizgi film, bir de Cüneyt Arkın başladığında hep evlere koşardık. Sokak, dalgaların, ağaçların sesine kalırdı o zamanlar. Tatlı bir öğleden sonra güneşi boş sokakları ısıtırdı. Televizyondan sonra kütüphanenin yanındaki parkta, akasya ağacının altında toplanırdık oyunlarımıza devam etmek için.
Düş gücümüzün kesin hakimiyeti altında yaşadığımız bir mucizeler projesiydi hayatımız. O mucize içerisinde, kirli sarıları da, yoklukları da, kurşunları, darbeleri, ölümleri de zihnimizin arkalarına iterdik. ?Şimdiki çocuklar harikaydı?ne de olsa.
Discover more from Erkan's Field Diary
Subscribe to get the latest posts sent to your email.