Bu yazının ilk kısmını online’da hiç yayınlamadık. Sanırım soft copy de yok. Bir ara el atmamız lazım bu işe:) Sinan’ın bu yazısı web’de ilk defa 20 Ekim 2006’da yayınlandı. Milli İstirahat’in 5. sayısı için hazırlanmıştı… E.S.
[Sinan’ın yazısının ilk kısmı 4. sayıda ama o da şu anda elimde yok. O yüzden önce ikinci kısmıyla başlayacağız. Derginin son sayısı ise benim yüzümden gecikmeye devam ediyor:( ]
Sinan Kızılkaya
Cinler büyük oranda Raskolnikov?un macerasının siyasi düzlemde yeniden ele alınmasıdır. İnsanı sınırlayan ahlak karşısında üstün-insan?ın sınırsız özgürlük arayışından sınırsız despotluğa varışının, Rusya?nın bedenine girmiş şeytanların sorgusu, ahlaka kayıtsız siyasi nihilizmin üstün insan sayıltısıyla kökensel özdeşliği?
Stavrogin kişiliğinde bu durum o kadar düşmanca işlenir ki Dostoyevski?nin belki de en zayıf ve tek katmanlı anlatı kişisi ortaya çıkar. Rasnolnikov günahına giderken sürekli kendisiyle boğuşuyordu ve günahının ardından da buna devam etti. Oysa Stavrogin kötülük karşısında umarsızdır. Hatta siyasi anarşi onun için bu kötülük hallerinin yalnızca bir türüdür. Kötülük onda can sıkıntısını gidermek için vardır ve süreklidir. Hesaplaşmak yerine varlığa karşı soğukluk ve tiksinti duyar sadece. Kötülük için kayıtsızlık sanki karakterinin tek özelliğidir. Kötücül kesinliği için bir kaç kuşağın harcanması bile onu tedirgin edemez. Dostoyevski cinlerde siyasi nihilizmi en uca iterek olumsuzlama çabasını Yeraltından Notlar?da başladığı Batıcı Rus aydınlarıyla olan polemiğiyle yoğurur. Şatov? un karekterinde Rusya?ya ricat etme gayretindeki günahkar aydın, Tanrıyla halk arasında bir özdeşlik kurarak, tarih içinde kendine yer bulmaya çalışır. Fakat bu çaba anarşizmin kinik yıkıcılığına maruz kalır ve sonuca eremez.
Bu senaryo Dostoyevski?nin kendi macerasında kişiliğinin çatışan katmanlarının istikrarsız kıldığı hayatını, sürekli tedirginliğini olumlu bir nihayete erdirememe korkusu karşısında belki de erken bir son dileğinin ifadesidir. Şatov?un Tanrı?yı bulma ümidi, diğer taraftan intiharıyla İsa imgesini hatırlatan Krillov?un coşkun tanrıtanımaz çilekeşliği; Dostoyevski?nin ?ömrü boyunca kendisini bilinçli ya da bilinçsiz olarak tedirgin eden bir mesele olarak önünde bulduğu? Tanrı?nın varlığı sorunu karşısında sürekli teyakkuz halindeki yorgun ruhunun iki benzeşik yansımasıdır. Tahammülsüzlük ve tökezleme korkusu romanlarında ölüm ve intihar temalarının sürekli işlenmesini sağlar. Ölüm karşısında yaşamın sınırında durduğunu bilen idam mahkumu ya da hastalığının son deminde olduğunun bilincinde olan bir veremlinin yaşamın anlamına ilişkin sergiledikleri üst-bilinçlilik halleri ya da sara nöbetlerinin öncesinde hastanın bilincinin sonsuz genişlemesi, Dostoyevski?nin anlatımlarının zirve noktaları olduğu rahatlıkla söylenebilir. Tanrı sorunu karşısında sonuçlandırılamayan tedirginlik; veremli İppolit?in önünde amaçsız ve anlamsız bir hayat bulmasına karşın veremli Markel?in son günlerinde coşkun bir arınma dileği ve iyimser bir sevgi sağanağına yakalanması olarak iki çelişik görüntüyle karşımıza gelir. Dostoyevski romanlarına yansıttığı gerilimden yazarak kurtulabildi mi ya da Prens Mişkin?in İpolit?e ? yolunu seç ve mutluluğumuzu bize bağışla ? diyebilmesini sağlayan saflığı kişiliğinin tüm katmanlarına yayılmış olarak hiç bulabildi mi bilemeyiz ama biyografilerine bakınca, ikiye bölünen ve bölünmüşlükten ürken anlatı kişilerinin bütün kişilik çatışkılarının Dostoyevski?nin kişiliğinde üst üste yığıldığını görebiliyoruz: alçakgönüllülük ?kibir, aşk ? nefret, hayranlık ?tiksinti, acıma ?kin aynı anda aynı kişiye veya olguya yönelebilen duygular olabiliyor.
Bu çelişik hallere karşın Dostoyevski?nin başka bir tek katmanlı kişisine Prens Mişkin?e bakınca Nihilizme ve Batıcılığa karşı onun en ?saf? kahramanını buluruz Budala?da. Budala Prens Mişkin kutsal çılgındır. O İsa?nın mümini ve imgesidir. Slav ruhunu ve kalbini koruyan kaledir. Bütünüyle iyi insan, saf iyinin tecessümüdür. Bu düşünülemez iyilik hali, onu ?yaşamasını bilmeyen, herkesten az bilen yine de bir bildiği olan? bir budala kılar. Budala. Çünkü kötülüğü anlayabilemez. Hayatın keşmekeşine katılamaz ama her şeye dokunmak ister. Dışarıda durur ama içeride konuşur. Don Kişot?un yeni imgesidir ama Rus?tur. Kifayetsiz muhteris dahası ermiştir.
Dostoyevski saf iyilik-in karşısına bütün kötücül arzuyu Rogojin?i koyar. Mişkin nasıl tam olarak benimsenemezse, Rogojin?de tam olarak kınanabilir bir tip değildir. Bu iki temel fantastik erek karakteri bir araya getiren yine düşmüş bir kadındır: Nastasya Filipovna. Dostoyevski?nin düşmüş kadınlar galerisinde belki de en gururlusu.. Dostoyevski?nin kadın kişileri, ilginçtir, asla vazgeçemedikleri gururlarına rağmen hep ikincil kişilerdir. Açıkçası bu kadın kişileri pek anlayamadığımı sadece seyrettiğimi söylemeliyim. Bu kadınlar üzerine konuşabilecek cüretim yok. Niçin, Aglaya patavatsız dikbaşlılığı ile yalnızca sürgüne yakıştırılabilir? Niçin, Nastasya Filipovna gururunun izinde giderek çok istemesine rağmen kurtulmaktan vazgeçecek, alçalma arzusuna-günahına sevdalanacak ve mahvına yürüyecektir? Bu iki hasım kadın, niçin, giriştikleri harbin sonuçsuz kalacağını anlamak istemezler? Belik de kadınlık hallerine ilişkin soruları bir tarafa bırakmak daha makul olacaktır.
Kötülük ve iyilik fantastlik kişilerle yan yana gelirken Rogojin?i ve Mişkin?i birbirine yakın tutan, onların bir diğerini anlamasını mümkün kılan söze dökülemeyen bir dilleri vardır. Kalpleri bir diğerini çağırır. Günaha dek ayrılamayacaklardır. Sınırları aşmış bu kişiler gerçeği başka bir şekilde biliyor olmalarıyla bir ortaklıkta kendilerini bulurlar. Toplum dışına düşmüş Mişkin ve Rogojin bu dışardalılıktan bir yakınlık içine düşerler. Çünkü; iyilik ve kötülük-ün kabullenilebilir bir oranda kişiliğinde birleştiği insanların bildiği gerçeklik, tekdüzeliği ve çıkarını korumaktan başkaca bir şeyi öğretemeyen bir gerçekliktir. Sınırı aşanlar, kovulanlar ya da sürgüne çıkanlar nefret yada umut için gerçeğe yeniden yaklaşırlar. Aslında bu son yargı Dostoyevski?nin bütün karakterleri için söylenebilir. Aşırı hallerden bir bilinç kurup Özgürlük ve Günah meselelerine yeniden yaklaşma onların en tipik özelliğidir. Hiç birinin yüzü hatırda kalmaz ama her birinin ruhu maceralarıyla hafızaya kazınır. Mesela yeraltı adamının bir yüzü varmıydı, bilinmeyebilir ama çirkin yüzünden utandığını unutmak mümkün değildir. Bu arasözden sonra Rogojin ve Mişkin!in ortaklığına gelirsek ?hatta iki hasım kadında bu ortaklığa dahildir- onların ortaklığı, acı çekmeye yazgılı olmaktır.
Acı çekmeye yazgılanmak? Dostoyevski için bu diğer insanlar arasından seçilmişliğin nişanıdır. Ama, acı her zaman kurtuluşa götüremez. İppolit, Krillov, Nastasya Filipovna, Svidrigaylov acıyı taşıyamamışlardı. Yeraltı adamından itibaren işlenen acı çeken insan konusu Karamazov Kardeşlere dek sürer.
Karamazov Kardeşlerde Dostoyevski?nin bütün dehasının sığdığı; özgürlük, günah, acı, adalet, din, tanrı sorunlarının insanın bütün duygularıyla yoğrularak tartışıldığı; aşk ve nefret, inanç ve inkar, yücelik ve bayağılık, iffet ve şehvetin, bu karşıtlıkların birbirine karşı durduğu, birbirini tanıdığı, anladığı ve anlamlandırdığı, birbirine yakınlaştığı bir insanlık tarihi çıkar karşımıza.
Karamazov?luk; savcının tarifiyle ?başımızın üstündeki yüce ülküler boşluğuyla ayaklarımızın altında ki en iğrenç alçaklıklar boşluğunu aynı anda benliğinde saklayabilme? maharetidir. Bu Karamazov?luk maharetidir ki, Dostoyevski?nin bütün Rusya?yı ve Rusya içinde yer etmiş her şeyi metafizik mahkemeye çağırmasını olanaklı kılar. Dostoyevski bir ömür kendini takip etmiş her meseleyi nihayete erdirmeyi ister gibi bir ailenin içine bütün yaşanmışlıkları-yaşanabilirlikleri sığdırmaya çalışır.
?Onların Hamlet?leri, Rusya?nın Karamazov?ları vardır.?
Karamazov?lar kötülüğe götüren bir merdivende sıralanırlar. En üstte Baba Karamazov, hemen altında oğulları; sırayla Smerdyakov, Dmitri, İvan, Alyoşa. Bu merdivene ayak basmak onlar için kaçınılmazdır. Meleksi Alyoşa bile bunun farkındadır. Babasından şehvet duygusunu annesinden ermişliği miras almıştır.
Karamazov?luk, tedirgin insaniliğin tahammül edilemez gerginliğidir.
Dostoyevski?nin hayatı boyunca önünde bulduğu bir mesele olarak Tanrı?nın varlığına ilişkin sonuçlandırılamaz uykusuzluk İvan?ın kişiliğinde karşımıza gelir. Bir mektubunda ?düşünceyi romandan daha önemli? bulduğunu söyleyen Dostoyevski Tanrıya ilişkin söylenebilecek en önemli savları karşı karşıya getirir. Takdiri gerektiren, romanı düşüncesine kurban edebilecek kadar fikri önceleyen bu adamın, tarafların konuşmalarını hiç bitmeyecek şekilde sonsuzca açarak gerilimin bedelinden kaçmaması ve bundan dolayı da romanın kendini kuran bir yapıt olarak yükselişine yol verişidir. Belki de açık yapıt meselesi?
Discover more from Erkan's Field Diary
Subscribe to get the latest posts sent to your email.