Can Erol: Sporunu Katleden Ülke-1

Bu sıralar her şeyin kötü gittiğine inananlardanım. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in bilinmezlikler girdabına katılarak içeriye alınması kimi için bardağı taşıran son damla oldu, kimi için ise zaten yıllardır çürüyen bir kavramın fark edilmesini sağladı: “Özgür Medya”. Basın özgürlüğü konuşulurken bile taraf tutabilen insan müsveddelerinin her gün televizyonlarda fikir beyan ettiği sıradışı bir ülke haline geldik. Geçen akşam “jöleli sansürcü muhterem”in yanında Mümtaz’er ve Nagehan cisimleriyle yaptığı programı izleyenler durumun ne kadar vahim olduğunu biraz daha iyi anlamışlardır diye düşünüyorum. Şu satırları yazarken bile bir tereddüt yaşıyorsam 24 yaşında bir genç olarak, bir şeylerin sonuna doğru gidiyoruz demektir. Halbuki amacım yine spor alanına geçiş yapmak. Bu ülke peşinden bu kadar koştuğu bir alan olan sporu da mahvetmeyi başarmış durumda. Son 1 aylık dilimde neler yaşamışız kısaca bir üstünden geçelim dilerseniz.

1 numara için en büyük adayım Taurasi skandalıdır. Kadın basketbolunun dünya üzerindeki 1 numarasını Türkiye’ye getirip, sonrasında yalanlanan bir doping raporu ile “sınırdışı etmek” sadece bu ülke sporunda yaşanabilecek bir rezalettir muhtemelen. Avrupa Şampiyonluğu hedefine adım adım giden bir takımın en büyük yıldızının bu şekilde takımdan ayrılması erken elenmenin en büyük etkenidir. Bir başka açıdan bakacak olursak daha Moskova maçları oynanmadan “Elimizden Avrupa Şampiyonluğu’nu aldılar” diye çığırtkanlık yapan Fenerbahçe yönetiminin de kalan oyunculara ne denli güvendiğini görmüş oluruz. Tüm bu hatlarıyla Taurasi skandalı İşletmeye Giriş derslerinde kriz yönetimi alt başlığında okutulabilecek mükemmel bir vakadır.

Galatasaray Spor Kulübü’nün genel durumu 2.sıraya taşınır nazarımda. Zamanında Özhan Canaydın’ı sürekli olarak eleştirenler (ben dahil) bugünkü durumu görünce nasıl hissediyorlardır kendilerini acaba? Kendi adıma söyleyebileceğim şudur: “Kadıköy’de 6 yediğimiz maçın akabinde bile Telekom Arena açılışından sonra yaşadığım utancı yaşamadım”. Bir kulüp düşünün ki başkan sizi ihbar edebiliyor yaşanan basit bir protesto olayından sonra. Düşünün ki yine aynı başkan kendisinin hiçbir kabahati yokmuş gibi; “Başarısızlıkta ne Adnan Sezgin kalır, ne Hagi” diyebilecek sınırlara ulaşıyor. Hepsini geçtim, yarım sezonda 16 gol atan Nonda’yı sırf taraftar Kewell’ı seviyor diye gönderebiliyor ve takım her sıkıştığında taraftarın sevgilisi olmuş bir efsaneyi teknik direktör yapıp kredilerini bitirebiliyor.

Basketbol şubesinde yaşanan Cemal Nalga skandalı yine Adnan Polat döneminde olmuştur ama yine bir başka yöneticinin kellesi uçurulmuştur. Hal böyle olunca bu seneki muhteşem basketbol takımının da onca mücadelesine rağmen itibarı artamamaktadır. Artık Galatasaray ve basketbol kelimelerini yan yana koyan herkesin aklına ilk gelecek isim bellidir: Cemal Nalga.

3.sıraya Schusteri koyuyorum. Yaklaşık 16-17 senedir düzenli olarak futbolu takip ederim. Yaşım gereği hatırlamadığım ya da eksik hatırladığım hadiseler de vardır mutlaka ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Schuster kadar ruhsuz, basiretsiz ve pişkin bir teknik direktör görmedim. Zamanında Leeds maçında 6 gol yerken gülen Shorumnu bile daha samimidir bu kulübün tarihinde. Dünyanın hiçbir yerinde bir teknik direktör “Beğenmiyorsan stada gelme” diyerek taraftara gider yapamaz. Hele ki muhatap olunan grup Çarşı grubu ise. Burada Beşiktaş yönetimine de ayrı bir parantez açmak lazım. Geçtiğimiz sene Galatasaray tarafından yapılan bir deneyin aynısını yaptı Yıldırım Demirören. Yıldızlar topluluğu bir takım. Tek farkı (ki ciddi de bir fark aslında) orta sahada Mehmet Topal, Mustafa Sarp ve Ayhan yerine, Guti-Fernandes-Necip ve Ernst gibi alternatiflerin olmasıydı. Mesele tabii ki yıldız oyuncu değil. Öyle olsaydı eğer Galatasaray zamanında Victoria-Fleurquinn-Perez-Radu gibi yabancılarla Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finalin kapısından dönmezdi. Bu ülke futbolunun ihtiyacı Quaresma, Elano, Christian gibi canı isterse oynayacak adamlar değil, Giunti, İliç, Appiah gibi sistem oyuncularının varlığıdır.

Son olarak da medyayı alalım kara listeye. Sporun futboldan ibaret olduğu bir medya anlayışı var. Halil Akkaş’ın Avrupa 3.lüğü konusunda büyük oranda sınıfı geçseler de özellikle voleybol ve diğer amatör branşlarda çok çok yetersiz kalan bir sistem söz konusu. Voleybol Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde 2 Türk takımı Final-Four’da karşı karşıya geliyor ama kaçımız bundan haberdarız? İpek Şenoğlu teniste dünya sıralamasında 78. sıraya tırmanıyor ama bu haber sadece kısacık bir yazı olarak gazetelerde yer alıyorsa bu ülkeden bir tenis yıldızının çıkmasını beklemek en basit tahlilde saflık olur. Neyse ki sosyal medya ve bunu son derece aktif kullanan Caner Eler, Bağış Erten, Bülent Timurlenk gibi spor gazetecileri var. Biz de onlar sayesinde haberdar olabiliyoruz olan bitenden.

Son olarak da her salı günü kabusumuz haline gelen “Papatyam” dizisine değinelim. Dün Avrupa’nın en iyi iki hücum takımını bir araya getiren Barcelona – Arsenal maçını oldukça küçük bir azınlık izledi. Star TV tercihini Papatyam dizisinden yana kullandı. D-Smart üyeliği bulunmayanlar ve dünkü o soğukta dışarı çıkmayı göze alamayanlar bu muhteşem mücadeleden mahrum kaldılar. Bugün bize acımışlar da Tottenham-Milan maçını canlı verecekler. Orada da tabii Ertem Şener, Emre Tilev ya da İlker Yasin’in sunum katliamına denk gelmemiz kuvvetle muhtemel.


Discover more from Erkan's Field Diary

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.