Vildan Orancı: Rashomon filmi üzerine bir deneme

Filmin Künyesi:
Filmin adı: Rashômon
Yönetmen: Akira Kurosawa
Yapım Yılı: 1950
Ülke: Japonya

Keywords: Truth, reality, Morality.

Anahtar Sözcükler: Hakikat, gerçek, ahlak.

http://4.bp.blogspot.com/_nouprOuzjXU/TRj3nOGuheI/AAAAAAAAAig/Pbjhj_kDc-k/s1600/Rashomon_%25281950%2529.jpg

Koca, Karısı, Haydut ya da Oduncu?

Film boyunca Rahip, köylü ve oduncu olarak anılacak karakterlerimiz yağmurlu, kötü bir şeyler olduğunu vurgularcasına kasvetli ve belli ki çok da yoksul bir dönemin bir gününde, üç gün önce gerçekleşen bir tecavüz ve cinayet davası hakkında konuşmaktadırlar. Oduncu olan kahramanımız olayın davasında da bizzat bulunmuş, sanıkları dinlemiş ve kendisi de tanıklık etmiştir. Aynı hikaye bize film boyunca dört ayrı göz tarafından anlatılır. İlk hikayeyi haydutun ağzından dinleriz. Haydut, ormanda aylaklık ederken kocasıyla birlikte çok güzel bir kadının geçtiğini görür ve kadına sahip olmak ister; ancak bunun en iyi yolunun kocayı öldürmeden yapmak olduğuna inanmaktadır. Nitekim karı kocayı bir şekilde kandırıp adamı etkisiz hale getirdikten sonra kadına doğru hamle yapar ve kadının kendi rızasıyla onunla birlikte olur. Sonrasında tam gidecekken kadın haydut?u durdurur ve kendisiyle gelmek istediğini ancak bunun için kocasının ölmesi gerektiğini söyler. Haydut, onurlu bir davranış gösterek kocayı elleri bağlı şekilde kolayca öldürebilecekken, onunla kılıç dövüşü yapmayı tercih eder ve sonunda adamı öldürür.

Sonrasında hikaye sırasıyla kadın, -bir medium aracılığıyla- koca ve olaylara şahit olan oduncu tarafından kendi perspektiflerinden anlatılır. Her bir karakter olayı kendi anımsadığı, aldıladığı şekilde ve bazı bölümleri de kendi çıkarlarını ön planda tutacak biçimde çarpıtarak (dissimulation) anlatır. Örneğin haydut kendini kocayla dövüştüğünde kaç defa kılıç salladığını sayması ve bununla övünmesi açısından cesur  ve kocanın ellerinin bağını çözerek savaşması bakımından onurlu olarak tanımlar. Kadın kendi iffetini korumak derdindeymiş gibi görünmektedir. Koca ise kendini öldürerek en büyük fedakarlığı yapmış sayar ve kendini onur mertebesinin en üst kademesine yerleştirmek ister. Olaya hiç bir müdahili olmadığı için en objektif görüşe sahip olması muhtemel olan oduncun itirafı bile, değerli hançeri çalıp çalmadığını gizliyor olması ihtimali yüzünden şaibeli görünmektedir. Dava, göremediğimiz ve sesinin duyamadığımız biri tarafından yönetilmektedir. En sonunda kimin doğruyu söylediğinden ya da aslında olayın hakikatte nasıl cereyan ettiğinden emin olamaz hale geliriz. Filmin en büyük sürprizi ise bize olayın hakikatte nasıl olduğuna dair bir ipucu vermeden bitmesidir.
Hikayenin ardındaki gerçek

Aslında sorulması gereken soru belki de ortada bir hakikat olup olmadığıdır? Ya da hakikat nedir?

Nietzsche, bu yazı boyunca faydalanacağım ?On truth and lies in a nonmoral sense? adlı makalesinde  thing in itself yani kendinden menkul bir hakikat fikrinin var olduğu yanılgısı içinde olduğumuzdan bahseder. Halbuki bu hakikat fikrini de yaratan aslında insanoğlunun ta kendisidir. Correspondence theory of the truth, etrafımızdaki nesneler/şeyler ile bunların zihnimizdeki algısını birebir eşleştirebiliyorsak, nesnelerin/şeylerin hakikat olduğunu varsaydığımızı söyler. Karşımızdaki bir nesne ile o nesnenin zihnimizdeki imgesinin tüm özelliklerini karşılaştırıp tam bir eşleşme elde ettiğimizde o nesenin gerçek olduğunu var sayıyoruz. Bu teorinin bize hakikat olarak sunduğu şey zaten zihnimizdeki algısının yine bizim tarafımızdan onaylanmış halinden başka bir şey değil, hakikatte o nesnenin nasıl olduğuna dair elimizde bir katalog olmadığına göre? ya da bir adım daha ileri gidersek, doğadaki diğer canlıların dünyayı algılama biçimleri hakkında hiçbir fikrimiz olmadığı gibi, birbirimizin tam olarak nasıl algıladığını dahi bilmekten ve anlamaktan aciziz ne yazık ki. Nietzsche, eğer herbirimiz aynı nesneyi farklı algılıyorsa hangi doğa kanunlarından (law of nature) bahsettiğimizi sorar. Örneğin ?sert? kelimesini biz belirlemişsek ?taş serttir? dediğimizde bundan emin olma cesaretini nasıl gösterebiliyoruz? Nietzsche?ye göre, memelilerin tarifini yapar, bir deveyi inceledikten sonra ?bu bir memeli? dersek, sınırlı bir gerçeği gün yüzüne çıkarmış oluruz çünkü sadece insan algısı ve bakış açısı, hakikati bilmek konusunda yetersiz kalacaktır. Nietzsche bu durumu ?anthropomorphic? (insanın bu doğayı ve herşeyi yalnızca kendi perspektifinden algılaması) olarak tanımlar. İnsan bu perspektifle şeylerin özünü (essence of things) bilemez , üstelik kendi yaptığı tanımlara hakikat diyerek de totoloji?den başka bir şey yapmamaktadır aslında. Dil olduğu sürece hakikat (thing in itself) ulaşılması mümkün bir şeymiş gibi görünmüyor der Nietzsche ve sorar ?Is language the adequate expression of all realities??*


Hakikat?i neden ararız?

Gerçeği işimize geldiği şekilde çarpıtmak (dissimulation) isterken bu hakikat arayışı nereden gelir diye sorar Nietzsche? (where in the world could the drive for truth have come from?)  Aslında hakikat dediğimiz şey Nietzsche?ye göre ?duty to lie?, birarada yaşayabilmek adına üzerinde uzlaştığımız bir yalandır. Filmde de herkes aynı yalan üzerinde uzlaşması gerektiği için hakikat?i aramaktadır; çünkü her bir karakter kendisini ahlaki olarak konumlandırdığı olumlu durumu hakikat olarak algılamak ister. Tıpkı rahibin, tanrının elçisi bir din adamı olarak işine gelen hakikat?i seçmesi gibi… oduncuya inanarak aslında insanın her zaman da kötü olmayabileceği fikrini kendisi için meşru kılar ve ?moral duty to lie? gerçekleşmiş olur.
Yalanlar ve gerçek

Nietzsche?ye göre aslında yalanın kendisinden değil, ortaya çıkardığı sonuçtan, kandırılmış olma hissinden ya da o yalanın bizi düşürdüğü durumdan rahatsız oluruz. Filmdeki karakterler de aslında bir yanıyla tam manasıyla yalan söylemiyor de olabilir. Örneğin haydut, kadının kendi rızasıyla onunla birlikte olduğuna inanıyordu belki de. Bu durumda kendi açısından gerçeği söylüyordu. Burada yalanın aslında ne kadar ?yalan? olduğunu görmek için ?gerçek? kavramına yakından bakmak faydalı olabilir.

?Real isn?t how you?re made, it?s the thing that happens to you?

The Velveteen Rabbit adlı bu çocuk öyküsü şöyle devam ediyor.. bezden yapılmış oyucak at ve tavşan konuşurlar. Tavşan at?a sorar:

  • Gerçek olmak nasıl bir şey? At cevap verir:
  • Gerçek olmak nasıl yapıldığın değil sana olan bir şeydir. Bir çocuk seni çok çok uzun zaman severse, ama sadece oynamak için değil, gerçekten severse bu seni gerçek yapar.(1)

Bu öyküdeki oyuncak atın söylemek istediği gibi, seni gerçek olarak algılayan biri varsa ve o buna inanıyorsa, sen onun için gerçeksindir. Bu bağlamda filme dönersek, iki dövüş sahnesinin karşılaştırılması bile ?gerçek? kavramının yansıtılması açısından buna çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Muhtemelen haydut da koca da kendilerini cesaretli, cengaver ve güçlü gördüklerinden ?ve hatta buna inandıklarından- onların hatırladığı dövüş sahnesiyle oduncunun şahit olduğu sahne birbirinden bir hayli farklıydı. Bunu ?yalan? ile bağlantılandırırsak, hangisinin yalan söylediğini ve hakikat?in ne olduğunu nasıl bilebiliriz?
“esse est percipi”

Tezinin altını çok iyi dolduramasa da George Berkeley “esse est percipi” algılıyorsam vardır demişti. Algılıyor olmanın yaşadıklarımızı hakikat değil ama ?gerçek? yaptığı tartışılmaz. Burada gerçek ile hakikat kavramlarını biraz daha açarsak;.filmdeki her bir kahramanın yaşadığı ?gerçek?tir aslında, kendi gerçekliklerini yaratmışlardır; ancak bizler onların algıladıklarının dışında sanki evrensel/nesnel bir hakikat varmış yanılgısına kapılırız. Örneğin haydut, kadına tecavüz etmediğini kendi rızasyla kadınla birlikte olduğunu söylerken buna inanıyorsa o zaman hangi hakikat?i tartışacağız?

The Truth (hakikat)

Nietzsche makalesinde eğer bir işci her gece 12 saat rüyasında kral olduğunu görürse, her gece 12 saat rüyasında işçi olduğunu gören kral kadar mutludur? der.

Filmde, yaşanan olayları kendi gözlerimizle görsek dahi, hangi birinden tam anlamıyla emin olabiliriz?, her bir karakerin içinden nelerin geçtiğini ve nasıl hissettiklerini bilemedikten sonra tek bir hakikatten bahsetmemiz nasıl mümkün olabilir?. Film de belki de böyle bir final yaparak bize aslında ne o hikayede ne de gerçekte evrensel bir hakikati bilmenin pek mümkün görünmediğini söylemek istemektedir. Filmdeki olayı, baştan sonra bir gizli kameraya çekmiş olsak dahi ya da daha fantastik düşünürsek her bir insanoğlu olup bitenleri kendi gözleriyle izlemiş olsa dahi hikayelerin birbirinden az ya da çok farklı olacağı muhakkak.. ve sonuçta düzeni sağlamak adına üzerinde uzlaşılacak tek hakikat bir ?moral duty to lie? olacaktır nihayetinde.

Sonsöz

Nietzsche, makalesinin en başında insanın bir gün bilmeyi (knowing) keşfettiğini ve bunun yalnızca bir an sürdüğünü ve bizim hala o bir an içinde yaşadığımızı/kaybolduğumuzu düşündüğünü söyler. Bu bilmekten gelen kudret bizi artık neredeyse dünyanın ve hatta evrenin yalnız biz insanlar için yaratıldığına/oluştuğuna, doğadaki herşeyden üstün ve biricik varlıklar olduğumuza inanacak kadar ileri gitmiş duruma getirdi. Descartes?tan beri ?aklı? dolayısıyla bizatihi insanı evrenin merkezine koyan düşünce belki de modernizmin bizi içine düşürdüğü en büyük açmazın başladığı yerdir. Bu açmaz bizi neredeyse, Tanrı bir gün gelse, bize bizatihi var olduğunu söylese ve evrenin bütün sırlarını açıklasa dahi bunun hakikat olduğundan emin olamayacağımız hale getirdi sanırım.

Nietzsche de makalesinde insanoğlu için sık sık arrogant (kibirli) ve arbitrary (keyfi) ifadelerini kullanır. Tamamen keyfi bir biçimde çarpıttığı (dissimulate) bir yalan (duty to lie) üzerinde uzlaşan insan… Nietzsche de sanki filmdeki köylü misali ?üzerinde kafa patlatmaya o kadar da lüzum yok, biz bu koca evrende kendimizi ve etrafımızda olan biteni haddinden fazla önemsiyoruz? der gibi..  Film boyunca hikayenin görünmeyen  birine anlatılıyor olması, sonuçta karar verecek bir göz ya da sesin olmaması yani  mutlak bir hakikat?e karar verecek bir merci olmadığı/olamayacağı şeklinde de okunabilir.  Sanırım Nietzsche?nin metni ile film arasındaki en büyük bağ tam da burada kendini gösterir; aslında hakikat yoktur!

Kanımca, zaten hakikat ile ilgili gelebildiğimiz son nokta correspondence theory of truth ise, Socrates?in ?bildiğim tek şey hiçbirşey bilmediğimdir? sözü misali, tek hakikat de hakikat diye bir şey olmadığıdır.

KAYNAKLAR ve AÇIKLAMALAR

Bu Film,  Friedrich Nietzsche?nin ?On truth and lies in a nonmoral sense? adlı makalesi üzerinden analiz edilmiştir.
* Dil gerçekliği ifade etmek için yeterli midir?
(1) Williams, M., ?The Velveteen Rabbit? (http://digital.library.upenn.edu/women/williams/rabbit/rabbit.html)

Vildan Orancı
voranci@gmil.com


Discover more from Erkan's Field Diary

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.