Sinan Kızılkaya
Bir ölümün arkasından ne konuşulabilir.
Övgü düzmek, ağıt yakmak, lanetlemek ya da hayıflanmak olmaksızın ne konuşulabilir. Üstelik olan biten karatürklerin şehzadelerini boğagitmesiyken.
Ya da herhangi bir ölümün ardından konuşmak neye yarar. Bir vakit önce yanımızda, karşımızda, arkamızda ya da uzağımızda, ama her nihayetinde bizim ayaklarımızla dünyanın üstünde duruyor olmamız gibi dünyanın üzerinde duruyorken, şimdi diye anılan vakitte artık dünya üstünde ayaklarına basarak durmayan, olmayan, bizim onunla olan hesaplaşmalarımızı, karşıtlıklarımızı, yoldaşlığımızı ya da düşmanlıklarımızı kendine yönelir olarak karşılayamayan ve sorularımızı, övgülerimizi, alkışlarımızı, küfürlerimizi cevapsız bırakan, burada olmama, gayp olma, kaybedilme ve artık burada olamamanın imkanı olarak ölümün ardından ne konuşulabilir. Hiçbir söz ona karşı, onun için, ona rağmen, ona övgü olan hiçbir söz ondan bir yankı bulamayacakken, bütün söylenebilir sözlerin onun durduğu yerde, şimdi bir yoklukta sineceği ve karşılıksız kalacağı önceden kayıtlanmışken bir ölümün arkasından ne konuşulabilir.
Sanırım insanın ölüm karşısında her seferinde yeniden hissededurduğu haşyet duygusunun kökeninde bu çaresizlik hissinin amansızlığı ve apansızlığı vardır. Şimdiden sonra asla halleşemeyecek, hesaplaşamayacak, helalleşemeyecek olmanın ürküntüsü. Kayda alınmış bir günahın, bir haksızlığın hesabının ağırlığı ya da en hafifinden bir anlaşmazlığın bundan sonra asla nihayetlendirilemeyecek olması. Her şeyden önce irkilten farkındalık. Bir kefarete rıza ve kabul isteyemeyecek durumda, artık olmayanın ardından yaşamaya mecbur kalmak. Ölüm, evet, insana bir tarafta kalmış olduğunu fark ettirir, bir çizgiyi hala geçemediğini ve kendinden önce geçenin kendine nazaran kurtulmuşluğunu. Çünkü sorumluluk, asla karşılığına güç yetirilemeyecek sorumluluk, sınırın kalakaldığımız tarafında olana, bizim sırtımıza, bizden birilerinin sırtına çökmüştür. Belki de kalmak gitmekten daha korkunçtur; her ne kadar sınıra yaklaşmaktan, sınırı geçmekten her seferinde ürksek de.
Ya bu ölüm bir cinayetse, bir zorbalık, cana kıyma, yeryüzüne kan dökme eylemiyse. karatürkler şehzadelerini boğuyorsa. Ya bu cinayetin sorumluluğu tetiği çekenden ziyade ellerini tetiğe hiç sürmemiş şimdinin insanseverlerindeyse. Yalnızca hicab.
Herhangi bir ölümün arkasından ne konuşulabilir. Hangi söz ödenme zamanı sona ermeden hükmü dünya içreden düşmüş hesabı yoksatabilir. Belki sessizlik. Ama her günahın, artık helalleşerek ödenme imkanı kalmamış her borcun mutlaka bir kefareti vardır. Fakat mesele şudur; insanlar kefarete rıza gösterecek midir. Sanırım bu sorunun cevabı hiçbir zaman tam olarak verilemiyor. Zaman geçiyor, ölümler eskiyor, yeniden ve sanki ilk kez gibi bir ölüm daha karşımıza geliyor, bir daha irkiliyoruz, bir daha eksiliyoruz bazen açıkçası rahatlıyoruz, ama bu soruyu her seferinde unutkan insanevlatları olarak erteliyoruz.
Hrant Dink, insanlar arasından biri olarak, adı ölümle yan yana karşımıza geldi. Bir ölüm, ama kanı dökülmüş bir insanın ölümü, canına kıyılmış bir insanın ölümü. Düpedüz bir zorbalık, insanın firavuna yaraşan eylemi. Peki, herhangi bir ölüm değil de Hrant Dink?in ölümü ardından ne konuşulabilir. Ya da illa konuşmaya gerek var mı. Ne de olsa sözlerimin erimi çokça kısayken, söylediğim kendimle söyleşmekten başkaca bir karşılığa denk düşmüyorken niçin konuşuyorum. Yalnızca bir borcu ödeme dileği mi ya da fazladan bir şeye işaret etme gayreti mi. Bilmiyorum. Ama hiçbir borcun böyle rahatça ödenebileceğine de, sözlerimin dikkat celbedecek bir cesamette olduğuna da inanmıyorum. Galiba en doğrusu sadece söyleniyor olduğum.
Ölümlerin ardından her seferinde konuşmaya ilişkin bir yeti kaybım olmuştur. Hem çaresizlik hem de boşunalık olarak anlamlandırılabilecek bir yeti kaybı. Aynı zamanda ölüm karşısında kendi başına tecessüse kalma isteği. Asla telafi edilemeyecek yitirmişlik ve rızayı dileyen dünyadan çekilmeye şaşırtan bir olay olan ölüm karşısında, hatırlama ve tezkiye imkanı olarak bir olay olan ölümün karşısında, yakasını dünyadan kurtarmış olmanın, dünya içre didişmenin mecburiyet kipinden düşmesi karşısında ve burada bir suça ya da ihmale karşı yeniden ahitleşme. Çünkü ölüm bir olay olarak her seferinde insana yalnız olduğunu ve belirlenemez, öngörülemez başka bir varlık kipine yönlendiğini duyurur. Bir olay olarak insanın karşısında aşılamaz halde duran ölüm, galiba her şeyden daha çok insanın suskunluğunu gerektirir.
Fakat suskunluk, hiçbir sözün anlam bulamayacağı bu semantik boşalma, nedense pek rıza gösterilen bir hal değildir. Ansızın gelen susku zamanı övgüler, yakınmalar, yazıklanmalarla ve bin bir çeşit seslerle yerinden edilmeye çalışılır. Susku, dilin varolduğu uzamın karşıtlığı mıdır acaba. Susku, artık burada olmayana masum ve günahkar olarak ilişebilenleri bir diğerinden ayırt etmemizi sağlayabilir mi. Yerinden edilen, insanların sesleri üst üste yığarak dilin karmaşasından ve karartmasından yararlanarak yerinden ettiği, susku uzadığında kimin veya kimlerin kefarete yükümlü olduklarını gösterebilir mi bize. Aslında dilde ayırt etme ve farkına varma aracı olarak adil kullanıldığında suçu ve failini işaretleyebilir değil mi. Buna rağmen susku halinde kaçışta sığınılan, niçin sözlerin çokluğundan, üst üste yığılmasından mürekkep karmaşadır. Belki de herkes hangi sözün neresinde, hangi oyuğunda, kıvrımında, boşluğunda saklanacağını bellemiştir. Peki, suskuya karşı dil onları günahlarından kurtarabilecek midir.
Günahından kaçabilmek galiba kolay bir iş değil. Değil ki işte bir ölüm daha yaşadık, bir cinayet daha. Canına kastedilmiş birinin bedeni yüzükoyun yerde yatıyor ve herkesler bu cesetten ürküyor. Ürküyorlar, çünkü bu suçun faili bir an önce aramızdan seçilmeli ve aramızdan birçoğu bu günahın ortağı, yani işaretlenecek suçlu olma ihtimalinin muhatabı.
Hrant Dink, ölümünden önce hayatının son yılı hariç pek tanınan, bilinen biri değildi. Cemaati ve özel ilgisi olan insanlar dışında kimselerin malumu değildi. Oysa son bir yıldır faili olmadığı bir sürecin içinde ağır bir suçlamaya maruz kalmıştı. Bu suçlamaların ağırlığı büyük bir toplumun içinde azınlıktan olma durumu hesaba katılmadan anlaşılamaz. Daha, yakın geçmişte bir mukatelenin tarafı olmuş, tehcir edilmiş bir topluluktan geriye kalan bir cemaatin üyesi olarak ve hafızalarda cemaatlerinde iştirak ettiği toplu kıyım ve savaşın hatıraları hala korunuyorken, burada azınlık olmak ve beraber yaşadığı milletin düşmanı addedilerek suçlu gösterilmek, suçlamanın muhatabını sürekli teyakkuz halinde tutmak, sürekli tehdit etmek ve tedirgin tutmaktan başka bir amaç taşıyor mudur. İnsanın ruhuna ipotek koymaya niyetli bu girişim kaldırıma damlayan kandan bir vicdan sorgusu çıkarabilir mi. Öyle ya da böyle bir kısım insanevlatlarının ne yapsam kabul edemeyeceği bazı sözler dökülecek ağzımdan.
Haber ilk yankılarıyla beraber şaşkınlık yaratırken bu şaşkınlığın en önemli nedenlerinden biri de işlenen bu suçtan çoğu kimselerin kendilerini beri tutamayacak olmasının tedirginliği değil miydi. Ve sonra o ilk tedirginlik; kan üstüme sıçrarsa, bana da bu suçtan bir pay üleştirilirse kaygısı ne kadar da çabuk atlatıldı gördünüz mü. Çünkü bilinen bir şeydir ve burada belirtilen de yalnızca tekrarıdır ki; hiçten kotarılan hakaret iddiası ve ardından bazı devletlülerden icazetli cazgır takımlarının yaygarası, üstüne de ulusalcı bayraktarı eksik akıllı erbab-ı kalemin arka çıkışı olmayaydı, evet, Hrant Dink?in sözleri yine de irkilmeyle karşılanacaktı; ama asla kan dökmeye neden olacak değildi. Bu durumda suçlu olan, eline silah tutuşturulmuş daha reşit bile olmayan, delikanlı tripli çoluk-çocuk mudur, yoksa o silah patlarken kahramanlık türküleri, zafer naraları söyleteceğini zannettiren güruhu çayıra salan muhteris zevat mıdır.
İnsanı şaşırtması gereken asıl şey orta yerde sahipsiz kalmış bir günahın durması değil mi. Öyle ki iki gün öncenin küfürbazları topyekun ağıt törenine katılıp suskuyu boğmaya niye çırpındılar. Bu bir günah çıkartma mıydı, hortlak kovma ayini miydi. Memlekette birileri var ki, ne olursa olsun hep en öndeler. Ağlanacaksa önce onlar zırıldarlar, konuşulacaksa hemen bağırmaya başlarlar. Tıpkı en çok bağıranın en güzel şiir okuduğunun sanılması gibi. Bu sözleri söylerken, herhangi bir ölümün ardından ağlamanın, ağıt yakmanın, hayıflanmanın, bir hesabın eksik kalmışlığından ürkmenin insani haller olduğunu bilmiyor değilim. Fakat edebi, hayayı hatırlatacak en keskin olay ölümken bu olaydan bile kendine pay ayırtamayan insanevladına ne denebilir. Belki de söylenmesine gerek kalmamış sözü söyleten bu çaresizliktir.
Ve bu güzel şiir okuyucularının cenaze merasimi yorumlarına bakalım. Sanki bu memlekette insanların ahlakı, vicdanı, haysiyeti hiç yokmuş da, Hrant?a gösterilen vefanın müsebbibi ve mimarı kendileriymiş gibi ne de çabuk sahiplendiler taziye alayını. Oysa Hrant?ın da, kavgalı tarihe rağmen, sesini eninde sonunda duyuracağına inandığı ve burada hep varolduğuna inandığı ahlak, vicdan, haysiyet duygusu değil miydi.
Ve bütün bunları geçelim. Hrant Dink nerede durup, ne konuşuyordu kısaca ona bakalım.
Ermeni bir T. C. vatandaşıysanız karşınızda basitçe, kimliğini inkar- katılma ve kimliğini sahiplenme- çekilme yolları vardır. Doğduğu andan itibaren karşısına çıkan bu iki yol da hayatı boyunca insanı bir arızayla malul kılar. Bu asla telafi edilemeyecek bir iğretilik olarak azınlık kişinin bedenine sinmiş bir varlık kipidir. Bunu aşmak ve beraber yaşadığı topluma kendini inkar etmeden katılmak, bu toplumun meselelerinin halline bütünün maslahatını gözetecek bir akılla yaklaşmak azınlık kalmış kişi için mümkün müdür. Azınlık refleksi denebilecek, sürekli tedirgin varoluş halini, kendini hep tehdit altında hisseden, garipsendiğinin sürekli bilincine varan, bir yabancı olarak ayaklarının dibine çekilmiş ve geçmemesi gereken çizgiler gören bu hali aşması ve yalnızca bir insan olmanın rahatlığıyla konuşabilmesi mümkün müdür. Sanırım, Hrant bu memlekette bunun mümkün olduğunu gösteren açık-seçik örnekti. Onun gibi biri için bu ülkede kalmak dışında başka bir yol daha vardı, diasporaya katılmak ve hatta bundan nemalanmak. Hrant bu memlekette bir azınlık kişi olarak azınlık refleksini aşarak konuşmanın bedel gerektireceğini tahmin edebilmesine rağmen, burada kalmayı, burada cemaati adına ama bütünün maslahatı için konuşmayı tercih etti. Sadece bu tavrıyla bile diasporanın kimlik kurgusunu ciddi oranda tahrip etmeyi başarmıştı.
Hrant diasporanın ve buradaki milli kimlik kurgularını birbiriyle karşılıklı tutup birini diğeri ile sınarken, buradan hem kendi duruşunun meşruiyetini türetiyor hem de insanlık hallerine duyarlı adil bir sezginin yollarını açmaya çabalıyordu. Böylesine külfetli bir işe girişmenin bedeli olarak sahipsizliğe rıza göstererek ve sabrederek, çoğu zaman uluslararası sistemin inşa ettiği korunaklara tamah etmeyerek; icra ettiği siyasetin, beraber yaşadığı insanlarla daha adil bir hayatı inşa etmekten başka bir amaç taşımadığını, sanırım ispatlamış oluyordu. Onun durduğu yer cemaatinin hala meskun olduğu burasıydı ve ayaklarını buraya basarak, yüzünü bu memleketin insanlarına dönerek konuşmanın hangi dille mümkün olacağını göstermeye çalışıyordu. Sadece bu çabası bile övgüyü fazlasıyla hak ediyor. Ama böyle bir çaba, çoğu zaman hem cemaati tarafından aforoz edilme hem de çoğunluk tarafından bir nifakçı olarak adlandırılma riskini taşır. Azınlık kimliğinin bütüncül kurgusu ve savunmacı refleksini tahrip etme ve kendini inkarın imkansızlığını hatırlatma olarak da muhasebeye çağrı olmasının yanında; milli kimlik aidiyetli çoğunluğa da aslında hep hafızasında tuttuğu ve her gereğinde tekrarını elzem gördüğü, batı karşısında parçalanma ve eksilme sürecinin bakiyesi olarak tarihsel-bilinçaltında hep tedirgin ama epik anlatılı, geçmiş kurgusuyla arasına mesafe koyarak yeniden düşünmesi gerektiğini duyuran bu çağrısı Hrant?ı her iki riske de maruz bırakmıştı. Burada belirtilen sorgulayıcı sürecin küreselleşmeyle ayyuka çıka(rıla)n yerellik, etniklik dalgalarından bağımsız olmadığı şüphesiz söylenebilir. Ama küresel süreçle mümkün bağlantının ötesinde, (sorun eskidir kardeşler, yeni hiç değildir, Hrant Dink falan okunduktan sonra başlamamıştır.) bu eski sorunun bugün hangi siyasi dilde yeniden nasıl inşa edildiği, hangi dalganın güdümünde olunduğunu, konuşanın arkasında kimin durduğunu ele vermeye yeter. Yeter ki dikkatlice bakılsın. Eğer, arkadaki güç yalnızca mensup olunan cemaate ve (herhangi bir öncelik-sonralık belirtmeksizin, söylüyorum) bir bütün olarak memlekete olan borçsa bu da kullanılan dilde yine kayıtlıdır.
Hrant?ın bu tavrını mümkün kılan azınlık refleksini aşması durumu, onun ve aslında benzer durumdaki herkesin daha adil bir hayat için mecbur olduğu, siyaseti okuma ve anlamlandırma girişiminin merkezine kimlik sorununu oturtmadan, kimlik meselesini genel siyaset sürecinin bir parçası olarak konumlandırma başarısıdır. Bu yalnızca entelektüel bir başarı falan da değildir. Düpedüz bir varoluşsal hesaplaşmadır. İnsanın iliklerine değin sızlayarak yürüyebileceği bir menzildir. Hrant?ın geldiği yerde hırpalayıcı bir varoluşsal hesaplaşmaya girişmeden; uğradığına inanılan mağduriyet nedeniyle diğer bütün insan topluluklarının kendi cemaatine borçlu kabullenildiği bir melankolik hikayeden kendini sıyırıp; içinden çıktığı cemaatin, bütün insan toplulukları arasında imtiyazsız ve eşit, bütün trajik özgüllüğüne rağmen, başka cemaatlerin başka hikayelerinin mensuplarına, komşularına, düşmanlarına bıraktığı mirasa ve yükümlü kıldığı borca eş miktarda borç kaydettiren ve miras bırakan bir yeni hikayeye varması mümkün değildir. Hrant bu hesaplaşmayı çoktan yaptığı içindir ki hınç ve nefretle doğrulan biri değildi. Bütün samimiyeti, hesabını kesmiş ve yolunu seçmiş olmasını sağlayan, sanırım, hesaplaşmasından çıkardığı ahlaki bağlanmaydı. Oysa siyasete kimlik kurgusuyla bakmakta kalan herkes, bilhassa etnisite bağlamında örneğini sıkça gördüğümüz gibi, bütün meseleleri bir şekilde en olmazcasına, trajik hikayelerden türetilen kimlik sorunlarına bağlarken, her seferinde önce özürle ve orta yere getirdikleri kutsal cemaatlerine secde ederek konuşmaya başlamamızı istiyorlar. Tatmin edilmesi imkansız mağduriyet hissinin görkemi karşısında, bir kez öyle değil de böyle doğmuş olmamızdan ötürü daha en baştan suçlu olarak işaretlenmişizdir. Buradaki aşılamaz uçurumu, sabit varlık kiplerini aşmak gerçekten de yaşanabilecek en sancılı yolculuktur. Bu yolculuğa çıkmayı göze almış her insan karşısında saygıyla eğilmekten başka ne gelir elimizden. Durduğu yerde, orada durmayı başka yerlere nazaran tercih ederek duran insan aslında saygıdan da fazlasını hak ediyordur.
Söylenen bütün bu sözlere rağmen ?ölümün arkasından konuşmak neye yarar? sorusu cevaplanabildi mi. Belki de soruya dokunmamak gerekir, soruyu yerinden etmemek, soruyu durduğu yerde muhkem kılmak gerekir. karatürkler tarihi düzünden okumaya ayaklanan şehzadelerini boğagidiyorken belki de makbul olan konuşurken sorunun etrafında dolaşıp, soruya hiç değmemektir.
Bu yazı ilk defa 11 Sayıda, 8 Şubat 2007’de yayınlandı…
Discover more from Erkan's Field Diary
Subscribe to get the latest posts sent to your email.