Ayşe Özer: Asıl iş Tahir olabilmekte…

Asıl iş Tahir olabilmekte…

12308815_1294878353871592_8003500226197165563_n

Gri bir Ankara Cumartesisinin verdiği sıkıntıyla, olan bitenden habersiz, İlkbahar ve İnsan isimli fotoğraf sergisinde siyah beyaz bir ilkbahar fotoğrafına bakıyordum. “Siyah-beyaz ilkbahar fotoğrafı mı olur be kardeşim?” diye soruyordum kendime. Uzun uzun baktım fotoğrafa. İlkbaharda bizim oranın dağları, meyve ağaçları geldi gözümün önüne. Bu fotoğrafın yanı başında “Mezarlıkta İlkbahar” isimli başka bir fotoğraf vardı. Sapsarı çiçekler açmıştı mezarlıkta ölüme inat, yaşama selam. Bir telefon çaldı, kara haber yayıldı her yere.  Tahir Elçi vurulduğu anlarda mı bakıyordum ben o siyah beyaz bahar fotoğrafına? Mezarlıkta açan o sarı çiçek oydu belki de. Yoksa bizim oralar geldiğinde gözümün önüne, tam o dakikada mı çıktı o kurşun sol gözünden?

Görme engelli çocuklar Anadolu Medeniyetinin mirasını öğrensinler diye, tarihi eserlerin minyatürleri yapılıp, çocuklara verilmiş. Tarihi dokunarak öğreniyor çocuklar. Bir tarihi miras olan, dünyadaki yegane dört ayaklı minarenin minyatürünü versek ellerine, ayaklarını koparır mı onlar da? “Bir tarih ayaklarından vuruluyor” desek o çocuklara, bakan ama göremeyen büyüklerinin hissettiklerinden daha derinden hissederler mi kelimenin ilk anlamını? Ama’lı fakat’lı cümleler kurmayı bilenler, bilmez eski kelimelere yeni anlamlar yüklemeyi. Kör bakanlara bir tarih dokunarak mı öğretilir? “Ama” sözcüğünü Büyük Argo Sözlüğüne alsın TDK. Bir küfür gibi alıyorlar ya her cümlelerinin içine. Bir bağlaç olsa da, hiçbir şeyi birbirine bağladığı vaki değil. “Bağlaç olan ki” gibi ayrı yazılıyor halkların geleceği. Her inancın, her hüznün ortasında kocaman bir “ama”. Onsuz cümle kuramıyorlar neredeyse. Kelimeler yolunu şaşırıp, cümlenin ortasındaki “ama”ya çarpıyor.

Oysa “her gün farklı bir yoldan gitseniz evinize, Alzheimer olmazsınız” diyor uzmanlar. Hansel ve Gretel gibi, ekmeğimizi güvercinlerle paylaşsak evimize giden yolu bulabilir miyiz? Eteklerimizdeki taşları döksek daha kolay bulabiliriz belki. Yoksa bizi de şekere olan düşkünlüğümüzden faydalanıp hapseder yine o kötü cadı. Yedikçe yiyesimiz gelir, her gün kontrol eder bizi muktedir, tava geldiysek midesine indirecek. Bir kibrit çöpü bulsak da onu uzatsak parmaklıkların ardından, tava gelmediğimizi sansa. O arada bir kaçış yolu bulsak. İncecik boyunlarını yağlı urganlara uzattı bu toplum gencecik evlatlarının. Uzattı ki, doysun o koca cadının karnı. Hep aynı yoldan gidiyor evine, halklar hafızasını yitiriyor. Bütün dogmalar ve kalıplar, beynimizde damar sertliği yapıyor. “Unutmayacağız!” diye diye unutuyoruz. “Hesap soracağız!” diye diye zaman aşımına uğratıyoruz davamızı. Her birimiz bir adli tıp uzmanı kesiliyor sonra. Ölüm kültürü aşılanıyor her mecradan. Kurşun nereden girmiş, nereden çıkmış onu tartışıyoruz. Otopsi raporları bir ülkenin anatomisini de çıkarıyor. Yurdunu öperken koklayan, o nedenle hatırına geldiğinde burnunun direği sızlayanlar vuruluyor burnunun direğinden. Sol zigoma diyor buna anatomi kitapları.

“Ayağımdan vurdular, insanlığın mirasıyım, mirasına sahip çık” yazıyor pankartlarda. “Bu yapı tehlike arz etmektedir” yazıyor Dört Ayaklı Minarenin üstünde. Minareleri süngü yapanlar, Dört Ayaklı Minareden süngü olmayacağını biliyorlar. O nedenle o yapı tehlike arz ediyor. Keldani Kilisesini ot bürümüş, Hevsel Bahçelerine bir kez umutla bakmamışlar ki, kentsel dönüşümün kurbanı olmak üzere. İkbalini inancı yapmış bir topluluk yurdunu boş bir evi sever gibi seviyor. Her yanını kendi tasarlamak istiyor. Burun direkleri yalnızca parfüm kokusundan sızlıyor. İlkbahar fotoğrafımız siyah- beyaz, bütün renklerimizi yitiriyoruz.

“Anan öleydi oğul!” derler bizim oralarda. “Baba ben öleydim” demiş Tahir Elçi’nin kızı babasının arkasından. Kurşun çekirdeği nerede diye arıyorsunuz ya iki gündür. O kurşun o sözlerde işte. Siz hiç babanızın fotoğrafını bir ilkbahar çiçeği gibi göğsünüze taktınız mı?

Turgut Uyar’ın dediği gibi, “Muş-Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki/orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar”. Biz dikenleri kopardığımız yerleri bir bahar filan sandığımızdan mı kanar dururuz? Yarın nasıl öldüreceksiniz bizi? Radyolar tuzaklı yolları anons edecek mi trafiğin sıkıştığı arterleri anons eder gibi? Bu artık bu kadar hayatımızın ortasında mı olacak? Arterlerimizin kesileceği, kanımızla sulanacak yollar hangileri? Hangi yolları tuttunuz, tuzakladınız? Hangi yollara kurdunuz hain pusularınızı?

Siz büyük ağabeyler, güvercini vurun ki şahinle muhatap olalım. Hem karşıdan hem yanımızdan ateş ediliyor. Çapraz ateş altındayız. Uzak kaldığımızda “ayak bastığımda eğilip öpeceğim” dediğimiz toprağımıza yapıştırıyoruz yüzümüzü.  Ayağını bu toprağa basan mücadelemiz, bizi yüzüstü yatmaya zorluyor canımızı korumak için. Sol gözümüzden vuruyorlar bizi iki gözüm, gel barışalım artık.

Bu sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. Asıl iş Tahir olabilmekte, yani yürekte. Ki mezarlıkta açmasın ilkbahar çiçekleri, çocuklar tarihi babalarının mezarlarına dokunarak öğrenmesin. Zemheri kapıda, toprağına iyi sarıl, üşümeyesin.

 

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.